top of page

Avuçtaki Dünya, Kalpteki Ukba [B-01]

  • Yazarın fotoğrafı: Ali Özer
    Ali Özer
  • 4 gün önce
  • 2 dakikada okunur

Önceki yolculuğumuzda, kelimelerin tükendiği o "Sessizlik" kıyısına vurmuştuk. O sessizlik bir son değilmiş meğer. O sessizlik, gürültülü bir rüyadan uyanışın ilk sarsıntısıymış.


Şimdi gözlerimi açıyorum. Etrafıma bakıyorum. Işıklar, arabalar, şirketler, bitmek bilmeyen bildirim sesleri, başarı hikayeleri... Her şey ne kadar da "var" görünüyor, değil mi? Her şey ne kadar da somut, ne kadar da ikna edici.


Ama ben, kalbimin tam orta yerinde, tarif edemediğim, adına "hüzün" desem hafif kalacak, "boşluk" desem sığ kalacak kadim bir sızıyla uyanıyorum her sabah.


"Dünya hem aynadır, hem perde"
"Dünya hem aynadır, hem perde"

Biz bu dünyaya "düştük". İsteğimizle gelmedik, ne zaman gideceğimizi bilmiyoruz. Sanki devasa bir sahnenin ortasına fırlatılmış, eline replikleri tutuşturulmuş acemi oyuncular gibiyiz. Kostümlerimiz pahalı, dekorlarımız şatafatlı. Ben bir oyun geliştiricisiyim; sanal dünyalar kurar, insanlara hedefler verir, onları o illüzyona inandırırım. Şimdi kendi kurduğum dünyalara bakınca ürperiyorum:


Acaba ben de, Benim Yaratıcım'ın kurduğu bu muazzam oyunun içinde, piksellere aşık olmuş bir karakter miyim?

Dünyayı reddetmiyorum, yanlış anlaşılmasın. En güzel yemeklerin tadını biliyorum, konforun rehavetini tanıyorum, başarının o baş döndürücü hazzını tattım. Bunlar güzel. Ama hepsi, susuz bir adamın deniz suyu içmesi gibi... İçtikçe susatıyor. Doydukça acıktırıyor.


İbrahim Kalın Hoca’nın o sarsıcı ifadesi çınlıyor zihnimde:


"Dünya hem aynadır, hem perde."

Yıllarca perdeyi seyretmişim. Perdenin üzerindeki nakışlara, desenlere, renklere o kadar dalmışım ki, arkasındaki Işık'ı unutmuşum. Başarıyı kendimden bilmişim; işte o an dünya bana zifiri karanlık bir perde olmuş. "Ben yaptım" dediğim her an, ruhumdaki o sızı artmış. Çünkü ruh, aslına, vatanına, Sahibine hasret. Ruh, bu süslü kafesin altın parmaklıklarına değil, o parmaklıkların ardındaki gökyüzüne sevdalı.


Şimdi arayışım değişti. Artık dünyadan kaçmıyorum; dünyanın "içini" boşaltıyorum. Masaya oturduğumda yine en iyi işi yapıyorum, ama kalbimde o işin "sonuçlarına" dair bir kaygı taşımıyorum. Çünkü biliyorum ki; bu dünya bir gölge oyunu. Ve gölgeler, asla tutulamaz.

Biz, sonsuzluğu arzulayan sonlu varlıklarız. Biz, cenneti arayan ama dünyaya sürgün edilenleriz. Bu sürgün yerinde ne kadar rahat edebilirsek, o kadar ediyoruz işte. Ama bir otel odasında ne kadar "evim" diyebilirseniz, o kadar.


Duvarlara astığımız tablolar, garajdaki demir yığınları, bankadaki rakamlar... Hepsi bu otel odasının dekorları. Giderken resepsiyona anahtarı bırakacağız.


Peki, anahtarı bırakıp çıkacaksak, şu an elimizde sıkı sıkı tuttuğumuz, "benim" diye kavga ettiğimiz bu mülkler, bu yetenekler, bu hayat...


Gerçekten bize mi ait? Yoksa biz, hiç bize ait olmayan bir mülkün üzerinde, kendini ev sahibi zanneden şaşkın birer emanetçi miyiz?

Aynaya bakma sırası şimdi sende. Gördüğün şey "sen" misin, yoksa O'ndan bir eser mi?

Yorumlar


© 2025 - Ali Özer

  • Ali Özer Instagram
bottom of page